İçinde bulunduğumuz uçsuz bucaksız evrende acaba diğer gezegenlerde de yaşam var mı sorusu binlerce yıldır insanların merak ettiği bir konu.
İnsanoğlu gezegenimizdeki yerini almaya başladığından beri evrene karşı dayanılmaz bir hayranlık, hatta korku duyagelmiştir.
Bunun kanıtını ilk insanların mağara duvarlarına yaptıkları resimlerden görmek mümkün. Gökyüzü, insanlar için her zaman bir merak ve inceleme konusu oldu ve bunun sonucunda binlerce yıl içerisindeki bilgi birikimi ile evreni anlama yolunda önemli adımlar atıldı. Özellikle, 17’nci yüzyılın başında Galileo’nun teleskobu icat etmesi ve 1670’de Newton’un aynalar takılmış yansıtmalı teleskop kullanması ile güneş sisteminin gezegenleri ve onların uyduları keşfedilmeye başlandı. Böylece son 400 yılda gözlemler ve gelişmeler hızla devam etti. Artık günümüzde Hubble gibi uzaya yerleştirilmiş çok kuvvetli teleskoplar ile evrenin derinlikleri inceleniyor.
Yeni yıldızlar ve hatta son yıllarda başka yıldızların çevresindeki gezegenler keşfedildikçe acaba dünya dışındakı gezegenlerde de yaşam var mı sorusu daha güncel bir konu haline gelmeye başladı. Ayrıca, SETI (Search for Extra-Terrestrial Life) projesi kapsamında diğer canlılardan gelebilecek olası mesajlar dünyadaki binlerce bilgisayar tarafından çok ciddi bir şekilde araştırılıyor.
Bugün çoğumuz için başka gezegenlerde yaşamın olması gerektiği kuşku götürmez bir varsayım. Ama, acaba bu konuda gereğinden fazla mı şartlandırıldık sorusunu da kendimize sormamız gerekiyor. Marslılar, Venüslüler, ET’ler, Klingonlar, Romulanlar ve yeşil derili yaratıklar günümüzde bilim-kurgunun vazgeçilmez kahramanları. Hepsi de her nasılsa bir şekilde insanları andıran yaratıklar; iki kollu, iki bacaklı, gözleri ve ağzı olan yaratıklar. Ancak, ya böyle canlılar tamamen bizim olmasını arzu ettiğimiz fantazilerden başka birşey değilse, ya evrenin hiçbir yerinde bize benzeyen başka canlı türü yoksa?
Washington Üniversitesi’nden iki bilim adamı son yayınladıkları kitapta evrende yalnız olabileceğimizi ve dünyanın bütün evrende olmasa bile en azından yakın çevremizdeki galaksiler içinde benzeri olmayan bir gezegen olabileceğini vurguluyorlar. Paleontolog Peter Ward ve astronom Donald Brownlee “Rare Earth (Nadir Yeryüzü)” adlı kitaplarında gezegenimizde yaşamın oluşabilmesi için gerekli olan kimyasal maddelerin nasıl biraraya geldiği ve bu olayın ne kadar nadir bir olay olduğu konusunu işliyorlar. İş bu kadarla da bitmiyor.
Kimyasal maddelerin gereken ortamda biraraya gelmesi ile basit bir yaşam formunun başlaması onun evrim sürecine gireceği anlamına kesinlikle gelmiyor. Bu basit canlı türünün besin kaynakları bulabilmesi, gezegenin atmosfer ve iklim şartlarının daha kompleks düzeyde canlı türlerini barındırabilecek özelliklere sahip olması ve evrim aşamalarının bir kesintiye uğramadan gerçekleşmesi gerekiyor. İşin ilginci, çoğu kimse evrende yalnız olabileceğimiz düşüncesini duymak bile istemezken bu konularla ilgi her bilim adamı en azından bir defa gezegenimizin yapısının ve biyolojik yaşamın ne kadar akıl almaz karmaşıklıkta olduğu yorumunu yapmışlardır.
Yaşam denildiğinde eğer basit tek hücreli canlılar söz konusu ise, bunun evrende yaygın olma olasılığı çok yüksek. Dünya bundan yaklaşık 4.5 milyar yıl önce oluştu ve 3.5 milyar yıl önce de ilk yaşam belirtileri ortaya çıkmaya başladı. O sıralarda gezegenin atmosferik koşulları bugünkünden çok daha değişik idi. Ancak, basit canlı türleri için bu durum yeterince elverişli idi.
Artık bu tip canlıların bugün neredeyse olanaksız sayılabilecek koşullar altında yaşayabildiklerini biliyoruz; volkanik kayalar, okyanus dipleri, yeraltı katmanları, buzullar gibi. Ancak, daha kompleks canlı türlerinin bu şartlar altında yaşaması olanaksız. Onun için gezegenimizin oluşmasından bugüne kadar geçen dönemin yüzde 90’ında sadece basit tek hücreli canlılar yaşama olanağı bulabildiler. Günümüzden sadece 350 milyon yıl öncesinde başlayarak yeryüzünün koşulları değiştikçe ve evrim yavaş yavaş etkisini gösterdikçe diğer çok hücreli türler ortaya çıkmaya başladı.
Gezegenimizde böyle yaşam türlerine olanak verebilecek faktörler arasında şunları sayabiliriz:
- Güneşle arasındaki ideal mesafe suyun buharlaşmadan veya donmadan sıvı halde kalmasını sağlayarak değişik canlı türlerinin gelişmesine yol açtı.
- Yerkürenin ideal kütlesi atmosfer ve okyanusların korunmasını sağladı.
- Yeryüzü katmanlarının hareketleri kara parçalarının oluşmasına yol açtı.
- Komşularımızdan Jüpiter dünyaya doğru gelen göktaşlarını çekim kuvveti ile kendine çekip yok ediyor ve böylece dünyaya bir astroidin çarparak canlıları yok etme tehlikesi çok daha azalmış oluyor.
- Dünyanın diğer gezegenler tarafından bozulmayan sabit bir yörüngesi var.
- Uydumuz ay ideal bir uzaklıkta olduğundan yeryüzündeki iklim değişimlerinin yaşamı olumsuz etkilemesini önlüyor.
- Yeryüzündeki karbon miktarı ne yaşamın gelişmesini engelleyecek kadar az düzeyde ne de sera etkisi ile canlıları olumsuz etkiyecek kadar yüksek düzeyde.
Güneş sisteminin Samanyolu içindeki pozisyonu da dünyamızda canlı türlerinin gelişmesi yönünden ideal.
Galaksimizin en uç kısımlarındaki yıldızlarda enerji üretimi için yeterli metaller bulunmazken orta kısımdaki yıldızlar aşırı miktarda enerji üretiyorlar.
Böylece, her iki bölgedeki gezegenlerde de yaşamın gelişmesi olanaksız.Öyle görülüyor ki, bütün bu ideal koşulların biraraya gelerek yaşamın başlayabileceği bir kimyasal ortamın oluşabilmesi oldukça nadir bir olasılık. Ancak, diğer taraftan evrende var olduğu tahmin edilen yıldız sistemi sayısı göz önüne alındığında belki de olasılık kuralları içerisinde diğer gezegenlerde de canlıların bulunması düşüncesi pek garip olmasa gerek. Sadece bizim galaksimiz Samanyolu’nda 100 milyar yıldız ve bütün evrende de 100 milyar galaksi olduğunu, ve de her yıldız sisteminde birçok gezegen olması gerektiğini şöyle bir aklımıza getirirsek…
İnceleme Bırak